İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Zaruret halinde faizli kredi caiz mi?

Hayrettin Karaman, kamuoyunda zaruret halinde faizli kredi kullanılabilmesi hususunda yıllar önce dile getirdiği konunun yanlış anlaşıldığını belirterek bugünkü köşe yazısında detaylı bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı:

“Katılım bankaları (eski isimleri özel finans kurumu) kurulmadan önce kamuya (umumî) veya özel kesime (hususî) ait olsun önemli; yani lüks sayılmayan bir finans ihtiyacı ortaya çıktığında, eğer ihtiyaç faizli kredi almadan giderilemiyorsa, başka bir kapı yoksa bu ihtiyacın zaruret sayılıp sayılmayacağı, dolayısıyla faizli kredinin alınıp alınamayacağı konusu tartışılmıştır. İhtiyaç sebebiyle faizli kredi konusunun tartışılması yeni de değildir.

1987 yılında İSAV (İslâmî Araştırmalar Vakfı) bu konuyu tartışmak üzere toplantılar tertip etmişti, ben de orada bulunmuş, konuşma yapmış, daha sonra konuşmama ek bir yazı da yazmıştım.

Bu girişten sonra o konuşma ve yazıdan bazı kısımları nakledeceğim. Bunu bir bütün olarak görmek ve okumak isteyenler “İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri” isimli kitabıma bakabilirler.

Bana ait olmadığı, böyle bir görüşü benimsemediğim halde bir efsane bazı günahkâr dillerde dolaşıp duruyor:

Güya ben,

1. “Enflasyon kadar faiz helâldir” demişim,

2. “Ev almak isteyenlere faizli kredinin caiz olduğunu” söylemişim.

Önce şu hususu açık ve kesin olarak ifade etmek isterim ki, benim inancıma göre reel faizin azı da çoğu da haramdır. Banka faizleri de İslâm’ın faiz yasağının kapsamı içindedir. Müslümanların vazifesi faizsiz banka, faizsiz kredi (karz-ı hasen), tekâfül sigortacılığı, faize bulaşmayan şirketler ve kooperatifler… oluşturarak, mevcut olanları destekleyerek ticareti, ekonomiyi ve karz ihtiyaçlarını faizden arındırmaktır.

Bunların bulunmadığı, bulunduğu halde yeterli olmadığı veya ihtiyaç sahibine cevap vermediği durumlarda Müslümanlar ne yapacaklar?

Lüks olmayan ihtiyaçlarını karşılamadan, sıkıntılara katlanarak hayatlarına devam mı edecekler, yoksa “ihtiyaçları zaruret sayan ve zaruretlerin haramları askıya aldığını bildiren” kuralı uygulayarak ruhsattan istifade mi edecekler?

Şüphe yok ki, takva adına ruhsatlardan istifade etmemeyi (azimeti) tercih etmek bir güzel kulluk davranışıdır; ancak insanlar tek başına yaşamıyorlar, birinin katlanabileceği sıkıntılara onun eşi, çocukları ve hukuki ilişki içinde olduğu çevresi katlanamayabiliyor.

İşte benim aşağıda okuyacağınız açıklamalarım bu zaruret (umumi ve hususi ihtiyaç) haline ait olup istisnâîdir. Ben zaruretin derecelerini açıklıyor, hangi dereceye kadar gerektiğinde ruhsatların kullanılabileceği konusunda -ictihad yapmıyor- eskiden yeniye âlimlerin görüşlerini naklediyor ve yorumluyorum.

Bahsi geçen konuşmayı yaptıktan sonra müzakere edenlerden şu itirazlar gelmişti:

“Zarûret ayrı, hâcet ayrıdır. Mesela buzdolabı, çamaşır makinesi hacet-i asliyedir, herkes buna muhtaçtır, evsiz yaşamak da zordur, ama bunları temin etmek için gasp veya hırsızlığa başvurmak caiz değildir. Ev sahibi olmak için haram olan ribaya girmek caiz değildir. Teşvik kredisi de böyledir, vatandaş buna muhtaçtır, ama zarûri değildir.”

Bu itiraza şu cevabı vermiştim:

Bu itirazın dayandığı temel düşünce, zarûret ile temel ve önemli hacetin (ihtiyacın) aynı şey olmadığı, zarûretin haramı helâl kıldığı, hâlbuki ihtiyacın böyle bir özelliğinin bulunmadığıdır. Örneklere geçmeden önce bu temel düşünceyi delillerle çürütmek gerekecektir. Bunun için de önce “zarûret ile hâcetin haramları mubah kılma bakımından aynı rolü oynadıklarını” ortaya koyan kaide ve ifadeleri verecek, sonra bu kaideye dayanılarak zarûret sayılan ve mahzurların mübah olmasını sağlayan hâcet (ihtiyaç) örnekleri vereceğiz.

Önce Mecelle’nin 32. maddesi ile Suyûtî’nin el-Eşbâh ve’n-Nezâir isimli kitabında geçen kaideyi hatırlatıyorum. Bu iki kaynak, açık ve kesin bir ifade ile “Hâcet (ihtiyaç), umûmi olsun, husûsi olsun zarûret sayılır” diyor. Aynı ifadeyi Zeynuddin İbn Nuceym’in (v. 970/1563) el-Eşbâh ve’n-Nezair isimli eserinde de görüyoruz (c. I, s. 126). Kaidede zikredilen “umûmi ihtiyaç”, amme ihtiyacı, genel ihtiyaç; “husûsi ihtiyaç” ise fertlerin, özel şahısların ihtiyacıdır. Genel ihtiyacın hem zarûret sayıldığı, hem de özel ihtiyaçtan daha önemli ve güçlü bulunduğu birçok fıkıh âlimi tarafından zikredilmiştir. Bunların başında büyük Şâfiî fakih İzzüddin b. Abdisselâm (v. 660/1262) vardır. el-Kavâ’id isimli eserinin “Ivazlı akitlerle ilgili kaidelerin istisnaları” bahsinde şöyle diyor: “Haram yeryüzüne öyle yayılsa ki, artık helâl bulunamaz hale gelse, ihtiyaç kadar haramı kullanmak, bundan faydalanmak caiz olur. Bu durumda haramdan faydalanmak, zarûret hallerine bağlı değildir; çünkü haramdan faydalanmak zarûrete bağlı kılınırsa giderek Müslümanlar zayıflar, düşmanlar İslâm topraklarını istilâ ederler, insanlar, amme menfaatini ayakta tutan zanâat ve meslekleri yapamaz hale gelirler. Bu durumda haram maldan, ihtiyacın ötesinde -lüks ve refah seviyesinde- istifade edilemez, ama ihtiyaç kadar istifade edilebilir. Mesela istifade edilen haram malın başkalarına ait olduğu bilinse, fakat sahipleri henüz bilinemez olsa -ileride de bilinmesi mümkün değilse mal zaten ammeye intikal eder- bu maldan istifade etmek caizdir; çünkü amme menfaati, özel zarûret gibidir. Zarûret bir kimseyi, halkın malını gasp etmeye mecbur bıraksa onun için bu caiz olur; hatta açlık, soğuk, sıcak gibi bir sebeple öleceğinden korksa, bu ihtiyaçlarını karşılayacak malı gasp etmesi (caiz olmanın ötesinde) gerekli hale gelir. Bir kişiyi hayatta bırakmak için bu gerekli olursa, binlerce hayatı kurtarmak için gerekli olmaz mı? İçinde Allah’ın makbul kullarının da bulunması muhtemel olan toplumu ayakta tutmak, bir kişinin zarûretini gidermekten daha önemlidir ve ona tercih edilir. Din, ilân ettikten sonra sahibi bulunamayan kayıp eşyayı, bulanın yemesini caiz görmüş, bunun için zarûreti şart koşmamıştır. İslâm dininin, “menfâatin elde edilmesi, zararın ve kötülüğün ortadan kaldırılması” maksadına yönelik hükümlerini inceleyen kimsede -hakkında özel bir nas, icmâ ve kıyas bulunmasa dahi- mezkûr maslahatların ihmal edilmemesi, sözü edilen mefsedetlere de yaklaşılmaması gerektiği konusunda bir inanç ve bilgi hâsıl olur. Dini iyi anlamak kişiyi bu sonuca götürecektir. Bu şuna benzer: Fazilet, hikmet ve akıl sahibi bir insan ile uzun zaman beraber yaşayan, her konuda onun neyi tercih ettiğini ve neyi hoş görmediğini anlayan bir kimse, o zatın hakkında ne dediğini bilmediği bir menfâat-mefsedet meselesi ile karşılaştığı zaman -yol ve âdetini bildiği için- bu konudaki tercihini de kestirebilir…” (Kavâ’du’l-Ahkâm, c. II, s. 188-189).

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir