İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Adil büyüme imkansız değil(!)

Merhum Dr. Adnan Büyükdeniz, Anlayış dergisinde kaleme aldığı “Adil Büyüme imkansız değil” başlıklı yazısında günümüzde de varlığını devam ettiren gelir adaletsizliği konusuna değiniyor. Gelir adaletini büyümenin otomatik bir sonucu olarak gören “piyasa köktenciliği” türü yaklaşımın yerine gelir adaletini büyüme ile birlikte hedeflenmesi gereken bir amaç olarak gören yaklaşımın esas alınması gerektiğini ifade eden Büyükdeniz’in o yazısı:

GELİR dağılımına ilişkin istatistikler, hemen tüm ülkelerde en tartışmalı, sosyal ve siyasî açıdan en hassas (‘sakıncalı’) rakamlardır. Hatta bazı ülkelerin gelir dağılımına ilişkin çalışma sonuçlarını açıklamaktan kaçındıkları bile görülür.

Devlet İstatistik Enstitütüsü (DİE) Türkiye’de gelir dağılımına ilişkin en son rakamları geçtiğimiz ay açıkladı. Önce bu rakamların çizdiği tabloyu 2002 ve 2003 yılları için mukayeseli olarak özetleyelim:
• Türkiye nüfusunun en yoksul %20’sinin toplam gelirden aldığı pay 2002 yılında %5,3 iken bu pay 2003 yılında %6’ya yükselmiş gözüküyor. Buna mukabil; en zengin %20’nin pay %50,1’den %48,3’e gerilemiş bulunuyor.
• Türkiye’de en alt gelir grubunu oluşturan %40’lık nüfus kesiminin toplam gelirdeki payı 2002 yılında %15,5 iken bu pay 2003’te %17,4’e yükseliyor. En üst gelir grubunu oluşturan %40’lık nüfusun toplam geliri ise %69,7’den %69,2’ye hafif bir gerileme kaydediyor.
• “Gini Katsayısı” iktisatçıların gelir dağılımında kullandıkları en yaygın ölçülerin başında gelir. Bu katsayı ‘sıfır’ ile ‘bir’ arasında değerler alan bir ölçü olup, büyümesi (1’e yaklaşması) gelir dağılımının giderek bozulduğunu, küçülmesi (0’a yaklaşması) ise gelir dağılımının daha adaletli hale geldiğini gösterir. Türkiye’de Gini Katsayısı’nın 2002’de 0,42’den 2003’te 0,39’a gerilediği belirleniyor. Buna göre gelir dağılımında geçen yıl bir önceki yıla göre bir miktar iyileşme olduğu hesaplanıyor.
• Gini Katsayısı kentsel kesimler (2003 yılı) için 0,42, kırsal kesimler için 0,39 bulunuyor. En yoksul kesim ile en zengin kesim arasındaki gelir farkı kentlerde 10,8 kat, kırsal kesimde ise 7,2 kat. Diğer bir ifade ile; kırsal kesimdeki aileler daha düşük ortalama gelir seviyesine sahip bulunmakla birlikte, kırsal kesimdeki gelir dağılımı dengesizliği daha az.
• İstanbul, toplam gelirden %26,2 ile en yüksek payı alan, ama aynı zamanda gelir dağılımının en bozuk olduğu şehir. İstanbul için hesaplanan Gini Katsayısı (0,43) Türkiye ortalamasının üzerinde.
• DİE Hanehalkı Tüketim Harcamaları Anketi’ne göre de Türkiye nüfusunun en zengin %20’lik kısmının tüketim harcamaları yaklaşık olarak nüfusun kalan %80’lik kısmının tüketim harcamalarına eşit.
Uluslararası standartlar kişi başına günlük 1 ABD doları harcama tutarını “açlık sınırı”, 2 ABD dolarını ise “yoksulluk sınırı” kabul ediyor. Söz konusu anket çalışması Türkiye’de yaklaşık 12,6 milyon kişinin (nüfusun %20’si) günlük ortalama 1,9 ABD doları harcama ile yoksulluk sınırında olduğuna işaret ediyor.
 Şimdi bu rakamları yorumlamaya çalışalım:
 Öncelikle, gelir dağılımına ilişkin rakamların sıhhat derecesi her zaman tartışma konusudur. Bu durum kayıtdışı ekonominin ciddi boyutlarda olduğu Türkiye için daha da geçerli.
Mesela DİE’nin yukarıda bahsettiğimiz Hanehalkı Anketi’ne göre 2003 yılında nihai tüketim harcamalarının toplamı 148,4 katrilyon TL. Oysa DİE’nin ‘harcamalar yaklaşımı’yla Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) rakamları nihai tüketim harcamaları toplamını 239,5 katrilyon TL olarak gösteriyor. İki rakam arasındaki %40’a yaklaşan farkın esas itibarıyla Türkiye’deki yüksek kayıtdışı ekonomi ve bunun sonucu yüksek gelir gruplarının anketlerde gelir ve harcama seviyelerini gerçeğin altında beyan etmelerinden kaynakladığı tahmin edilebilir. Bununla birlikte, ekonomideki yaygın kayıtdışılık gerçeğinden hareketle, gelir dağılımının en azından anketlere yansıyan durumdan daha iyi olmadığı ve muhtemelen daha bozuk olabileceği sonucuna varmak da mümkün.
“Yanlışla yanlışın mukayesesi genelde doğru sonuç verir” kabulünden hareket edersek, herhangi bir yıl için gelir dağılımı rakamları (‘düzey’) tam gerçeği yansıtmasa da yıllar arası mukayese (‘değişim’) daha anlamlı sonuçlar verir. Buna göre DİE anket sonuçlarını esas alırsak, rakamlar gelir dağılımının 2003 yılında bir önceki yıla göre düşük gelir grupları lehine bir miktar iyileştiğine işaret etmektedir.
Gelir dağılımının düzelmesi ve yoksulluğun azaltılması için ekonomik büyümenin “gerekli ama yetersiz bir şart” olduğuna dair iktisat literatüründe genel bir mutabakat söz konusu. Eğer ekonomik büyümenin gelir dağılımının düzeltilmesine ve yoksulluğun azaltılmasına maksimum katkıyı sağlamasını istiyorsak, büyümenin sadece niceliksel (kantitatif) boyutunu değil, niteliksel (kalitatif) boyutunu da önemsemek zorundayız. Büyümenin beraberinde istihdamı genişletmesi, üretkenliği artırması ve düşük gelir düzeyindeki insanların ücretlerinde iyileştirme sağlaması gerekir. Milli gelirin yüksek bir oranının kamu iç/dış borç faizi ve taksit ödemelerine ve çok büyük bir bürokratik kadronun muhafazasına harcandığı durumlarda büyümenin gelir dağılımına olumlu katkısı da sınırlı kalıyor.
Kısaca, büyüme genel refah düzeyinin artışına katkı sağlamakla birlikte, gelir dağılımını zaman içinde düzeltmeye yönelik otomatik mekanizmalar mevcut değil ya da yeterince çalışmıyor. Çok sayıda ülke uygulamaları, bazı iktisatçıların iddialarının aksine, büyümenin nimetlerini toplumun geniş kesimlerine otomatik olarak dağıtacak (“trickle down” mekanizması) türde bir mekanizmanın olmadığına işaret ediyor. Gelir dağılımı, büyümenin otomatik bir sonucu değil, bizatihi büyüme ile birlikte hedeflenmesi gereken bir amaç olarak karşımıza çıkıyor.
Bu konuda iki ülke örneği verelim: Malezya ve Pakistan. Bu iki ülkeyi seçişimizin sebebi, birbirine oldukça benzeyen “başlangıç şartları”na sahip olmaları ve birbirlerine yakın, uzun vadeli ortalama büyüme oranları gerçekleştirmeleri. Malezya ve Pakistan, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan, benzer sömürge geçmişi olan ve başlangıçta büyük ölçüde kırsal ekonomiye dayalı iki ulus-devlet. Malezya kalkınma için büyük ölçüde iç tasarruflara ve dolaysız yabancı sermaye yatırımlarına yönelirken, Pakistan büyük ölçüde dış borçlanma yoluna gitti. Bu büyüme performansı gelir dağılımı ve yoksulluğa nasıl yansıdı? Yoksul nüfusun toplam içindeki payı Malezya’da 1970’lerin başında %50 civarında iken, bu pay 2000 yılında %8’lere geriledi. Pakistan’da ise farklı bir durum ortaya çıktı. Yoksul nüfusun payı 1970’lerin başında toplam içinde %50 seviyesinde iken, bu pay 2000 yılında ancak %34’lere gerileyebildi. Benzer büyüme hızları, ama oldukça farklı gelir dağılımı sonuçları!
 Malezya’da tüm hükümetler yoksulluğu iktisadî büyüme ile birlikte otomatik olarak ortadan kalkan bir olgu olarak görmedi, gelir dağılımında adaleti ulusal kalkınma planlarında önemli bir amaç olarak benimsedi ve büyüme ve gelir adaleti amaçlarını aynı anda gerçekleştirecek iktisadî ve sosyal politikalar güttü. Malezya büyüme sürecinin sadece nicelik boyutuna değil, nitelik (kalite) boyutuna da eşdeğer önemi verdi.
 Eğitim, gelir dağılımının düzeltilmesinde önemli bir araçtır. Kamu bütçe gelirlerinin ağırlıklı olarak iç ve dış borç faiz ödemelerine harcandığı ülkemizde eğitim, kamu kaynaklarından gerekli payı alamamaktadır. Benzer durum sağlık için de geçerlidir. Devletin sağlık hizmetlerine yeterli kaynağı ayıramadığı Türkiye’de gelir grupları arasında da dengesizlikler söz konusudur. Yine DİE anketine göre, en üst gelir grubunun sağlık harcamaları en alt gelir grubunun yaklaşık dört katıdır.
Türkiye’de büyümenin müspet neticelerinin tüm toplum kesimlerince hissedilmesi ve nimetlerinin dengeli biçimde dağılması, büyümenin niceliksel (sayısal) boyutu kadar niteliksel (kalite) boyutuna da bağlı bulunmaktadır. Burada temel yaklaşım, gelir adaletini büyümenin otomatik bir sonucu olarak gören “piyasa köktenciliği” türü yaklaşım değil, gelir adaletini büyüme ile birlikte hedeflenmesi gereken bir amaç olarak gören yaklaşım olmalıdır.

İlk yorum yapan siz olun

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir